Mudo'nun kurucusu Mustafa Taviloğlu'nun unutamadığı mağazası
Bugün Türkiye perakendesinin öncü firmaları arasında bulunan Mudo'nun kurucusu Mustafa Taviloğlu, bu yolculukta 47 senesinin ‘tezgâhın arkasında’ geçtiğini söylüyor.
- | Son Güncelleme:
- | Patronlar TV
Beyoğlu Fitaş Pasajı’nda 12 metrekare dükkanda başlıyor Mudo’nun yolculuğu. Bugün Türkiye perakendesinin öncü firmaları arasında bulunan markanın kurucusu Mustafa Taviloğlu bu yolculukta 47 senesinin ‘tezgâhın arkasında’ geçtiğini söylüyor. Vitali Hakko ile tanışması, gazeteci kartıyla defilelere girdiği günler, kendisinde özel bir yeri olan Bodrum’daki ilk mağazasına çektiği veda videosu… Hepsi hafızasında taze kalan anılarından.
İş hayatınızın ilk yıllarına dair aklınızda yer eden bir anınızı dinleyebilir miyiz?
Fitaş’ta dükkân açmamın üzerinden birkaç sene geçmişti. Henüz çok yeni sayılırdık. 12 metrekare bir dükkânım vardı. Orada isim yapmaya başlamıştım. Gençlere yönelik ürünler satıyordum. En yeni ve en modern mağaza bizim mağazamızdı. Vitali Hakko’nun baş vitrincisi Hayri ile dost olmuştuk. Arada bir geceleri benim dükkâna geliyor ve bana yardım ediyordu. Hayri’nin kulakları çınlasın, Allah uzun ömür versin, 50-60 sene orada çalıştı neredeyse, belki hâlâ devam ediyordur. Hayri gelip birkaç rötuş yapıyordu. Benim dükkânın vitrini bile yoktu ama iki üç gömleği koyması bile olay oluyordu bende. Gizliden bana yardım ediyordu. Hiçbir bedel almıyordu, sadece arkadaş hatırına yapıyordu.
Günlerden bir gün Bay Vitali sizinle görüşmek istiyor dediler. Bay Vitali haftada bir pasajı gezer, vitrinlere bakardı. Ben de kapıya çıkardım o geldiği zaman. Bana da baş sallardı, takdir ettiğini belli etmek için. Dediğim gibi, Bay Vitali sizi çağırıyor, görmek istiyor dediler, saatle randevu verdiler mağazaya bekliyor diye. Onların mağazası da Beyoğlu’ndaydı. Oradaki en önemli mağazaydı uzak ara. Korka korka gittim, kocaman bina. Ne diyecek bana? Ne yapacak? Nasıl fırçalayacak benim adamımı nasıl çalarsın diye. Binaya girdim, üst kata çıktım. “Hoş geldin paşam!” dedi. Ben tedirgin biçimde beklerken, “Çok beğeniyorum senin yaptıklarını, mallarını, her şeyini” dedi. Giyim sanayicileri derneği kurulacakmış, onun hazırlığı içindelermiş. “Seni de aramızda görmek istiyorum, seni Moda Konseyinin kurucuları arasına almak istiyorum” dedi. Karamürsel’in sahibi Nuri Güven Giyim Sanayicileri Derneğinin başkanı, Bay Vitali de ikinci başkanı olacakmış. O günü hiç unutamıyorum. Bay Vitali’nin dediği gibi beni de Moda Konseyine aldılar ve kendisiyle birlikte epey çalıştık. Çok yakın dost olduk, ilham kaynağımdı.
Fitaş’taki hatıralarınızla devam edelim mi?
Yine unutamadığım anılardan bir tanesi… Bahsettiğim 12 metrekare dükkândayım. Hem okuyorum hem de çalışıyorum. Şişli’de İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okuyorum. Mektepten sonra 2-3 saat uğruyorum mağazaya. Özellikle Amerika’dan gelen mallar satıyordum, bir de parfüm. Yerli işe dönmemiştim henüz. Ne kadar ürün varsa o kadar da izin kâğıdı alıyordum maliyeciler gelmesin, hiçbir aksilik olmasın diye.
Bir gün okuldan çıktım. Geç kalmayayım diye koşa koşa geliyordum dükkâna. Akşam 16:30 gibi dükkânda oluyordum. Zaten üç kişi çalışıyorduk. Bir arkadaşımız vardı satışlara bakan. Kasada da Bahri komutan vardı, Allah nur içinde yatırsın. Babamın askerlikten albayıydı, çok tanınmış bir havacı albaydı. Babam çok severdi kendisini. Bahri Bey’e rica ettik, kendisi de kabul etti, kasayı ona emanet ettik. Dönelim o güne. Mağazaya girdim, bir de ne göreyim Bahri komutanın karşısında fötr şapkalı, paltolu, fermuarlı çantası dizlerinde duran bir adam oturuyor. Eyvah dedim, basıldık. Bize de birileri geldi. Hiç vaki değil. Ne olursa olsun insan korkuyor. Maliyeciler mi geldi, kim geldi. Geri geri çıktım yavaşça, sonra da ufak ufak burnumu soktum. Allah Allah hiç yabancı gibi değil dedim, yüzünü de tam seçemiyorum, biraz biraz girdim içeri. Meğer teyzemin Gümüşhane’deki kocası çıktı, eniştem yani. Enişteme bir sarılışım var, adamcağız da şaşırdı bu duruma. Ya buna ne oluyor dedi. Hiç unutmam onu. Dedim seni maliye müfettişine benzettim. Artık basılma korkusu nasıl içimize işlediyse...
Yine Fitaş’ta bir anım daha var. Moda neyse ona uygun iş yapıyorduk. Tişörtler yaptırıyorduk, onları boyatıyorduk. Gelen kapış kapış gidiyordu. Bu arada safari ceketler çok moda oldu. Aşağı yukarı haftada 50 adet diktiriyordum. Haftanın başında bitiyordu. Yine okuldan çıktım, dükkâna geldim. Yirmi beşerli iki paket halinde elli tane safari ceketler gelmiş, balyalara sarılı vaziyette. Tam balyaları açıyordum, o arada bir anne ve çocuğu geldi. 15-16 yaşlarındaydı çocuk. Ürünleri görünce hemen atladı. Anne dedi bak işte, bu bak. Hemen aldı, giydi üstüne. O yıllarda dünya genelinde gençlik hareketleri vardı. Amerika dahil dünyada bütün gençler giyiyordu bu dıştan cepli ceketleri, diğer adıyla safari ceketleri. 90 liraya alıyor, 100 liraya satıyorduk.
Annesi okkalı bir tokat attı çocuğa. Sen dedi beni bunun için mi getirdin. Çocuk ağlaya ağlaya çıktı. Sabaha kadar uyuyamadım. Ya dedim ne yapıyorum ben, acaba yanlış bir şey mi yapıyorum. Aradan 3-4 gün geçti tesadüfe bakın ki ben dükkândaydım. Çocuğun annesi geldi ve o ürünü aldı. Bu da bana doğru malı sattıktan sonra korkmamayı öğretti. Sen doğru malı satarsan müşteri bir şekilde gelir, yine senden o malı alır.
İş hayatınızın en renkli anıları defilelere ait olsa gerek. O yıllardan bir anı var mı hafızanızda?
O yıllarda Giyim Sanayicileri Derneği olarak defileler düzenliyorduk. Herkes on civarında kıyafet koyuyordu. Biz de hem üyesi olduğumuz hem de organizasyonu düzenlediğimiz için mecburen giriyorduk. 16 firma ile defile yapıyorduk. Karışık defileler. 400-500 model kıyafet yapıyorduk biz. O kadar işin arasında 10 tane veya 15 tane yaparsın. Ancak öyle bir hazırlananlar oluyordu ki oraya beni mahvediyordu. Adam sadece 10 kıyafet hazırlıyordu. Mağaza yok, başka telaşı yok. ‘Vaaayyy ne hava yaptı’ falan diyorlardı. O yüzden o karışık defilelere girmeme kararı aldım. Çünkü bazıları sadece 6 ay o defileye çalışıp 10 tane kıyafet yapıyordu, elinde ne varsa koyuyordu. Biz ise o kadar koşturmacada boğuluyorduk. Bu da bana ders oldu. Ve dedim ki yaparsam ben tek başıma bir defile yapacağım.
Hilton Convention Center’da Moda Rüzgârları adında 3 gün 9 seans defile yaptım, 35 mankenin katılımıyla. Türkiye tarihinde yapılmış en önemli ve en uzun şovdur. 35 mankenle sahnede kocaman bir plaj şeklinde platform yaptık, arabalar çıktı, bayraklar çıktı vs. Olağanüstü bir şov yaptım. O da Mudo’nun tarihinde çok önemli bir yer aldı.
Başka bir anım ise defilelere girişlerin yasak olduğu zamanlardan. Biz de gazeteci kartlarıyla defilelere girip fotoğraf çekerdik. Fotoğraf çekmesini bile bilmiyordum. Makineyi aldım. İlk girdiğim defile basın kartıyla
Paris Intercontinental Oteli’ndeydi. Podyumun kenarına geçtim. Fakat ellerim titriyordu, bakamıyordum. Dünyanın en meşhur fotoğrafçılarından David Horn yanımdaydı. Sonra arkadaş olduk kendisiyle, çok samimi olduk. David bana yardım etti. Çünkü iş için geldiğimi anlamıştı. Zaten o zaman fotoğrafçıların yüzde doksanı da o defileleri çekip gazetelere satıyorlardı. O zaman internet falan hiçbir şey yoktu ki.
Sizde özel yeri olan bir mağazanız var mı?
Bodrum’da 30 sene önce ilk açtığımız mağaza çok özel. Bodrum’da 12 bin lira kirayı iki sene peşin ödeyerek caminin tam yanındaki mağazayı tuttum. Daha o zaman Bodrum’da butik yoktu. Kim bu dediler bu kadar para verip de Bodrum’da 2 senelik mağaza tutan. İlk sene gidemedim utancımdan Bodrum’a. Delinin biri geldi, burada dükkân açtı dediler. Geçen sene ise dokuzuncu mağazamızı açtık orada. 38 sene önce o tuttuğum mağazayı ise maalesef bıraktım. Bıraktıktan sonra dayanamadım ve o mağazaya bir veda videosu hazırlattım. Nasıl insanlar veda ediyor bir kişiye, ben de mağazaya duyduğum saygıdan dolayı veda etmek amaçlı yaptırdım videoyu. O benim en önemli anılarımdan biridir. Şimdi ise aynı Bodrum gibi gelişme potansiyeli olan Urla’da Şubat ayında yeni mağazamızı açıyoruz.
? Çok fazla yabancı dostunuz var. Bunlardan birisiyle olan anınızı dinleyebilir miyiz?
Chevignon ile çalışıyoruz, mümessiliyiz. Chevignon’un sahibi Guy Azoulay bana en çok Türk (!) olan iki şeyi sormuştu, yani Türklere özgü olan şeyleri sormuştu. Ama bunlardan biri bıyık olmasın demişti. Bir, demiştim, bir yere gittiğinizde “Ne içersiniz” diye sorarlar önce, bu âdettir. “Ne içersiniz” lafı da şuradan gelmişti aklıma. Su istemiştim bir keresinde, susamıştım. “Robinet” demişlerdi. Ben de etrafta şişe aranmıştım o markada. Meğer robinet “git musluktan iç” demekmiş. O zaman öyleydi. Fransızlar sonradan öğrendiler ikramı.
Türklere özgü ikinci özellik ise, herkes etrafına bakar, birisi ne yaparsa diğeri de onu yapar. Bir yerde restoran mı açıldı, tuttu mu, hemen başka birisi bir tane daha açar.
Bitirirken neler söylemek istersiniz?
47 sene tezgâhın arkasındaydım. Şimdi kısıtlı zamanlarda mağazalara gidiyorum ama gittiğimde çok keyif alıyorum. Çünkü arkadaşlarım hakikaten önemli aşamalar kaydettiler. Ve biliyorlar beni, ben sadece kusur arıyorum. Bunu da bir Fransız arkadaşımdan öğrendim. 15 sene önce müthiş bir mağaza açtı. Gittim, gezdim. Harika olmuş dedim. Boşver onu dedi, hatalar ne onu söyle dedi. O bende çok yer etti. Gittiğimde hep buna bakıyorum, bir şeye dokunmadan edemiyorum ama şimdi daha az dokunuyorum, bana çok fırsat vermiyorlar. (Gülüyor)
Ben de gençlere başarının formülünün çok çalışmaktan geçtiğini söylüyorum. Eşime sorarsanız, o bana Mudo diye hitap eder, “Mudo, sen asla ve asla vazgeçmezsin.”
Doğan Selçuk Öztürk/Dünya
YORUMLAR
Yorum Yap